Canım Babam,
Bugün senin gidişinin 65. günü. Ne tuhaf, tam da öldüğün yaş kadar zaman geçmiş üzerinden. Bir tesadüf mü bilmiyorum.
65 gün önce telefonum çaldığında kalbime kocaman bir taş oturdu. O gün bugündür yerinden hiç oynamadı. Ya gücüm yetmedi kaldırmaya ya da altında ezilmemek için kaçtım. Ama bugün buradayım, yazmak istiyorum. Çünkü bazı şeyleri yazarak saklamalı insan. Hafıza nankördür; unutmak istemiyorum.
Yoğun bakımın üçüncü günüydü. Deneme amaçlı uyandırılmıştın ve ben de tam o gün yanına gelebilmiştim. İyi ki de öyle olmuş. Yoksa sen uyanıkken birbirimizi göremeyecektik. Hemşireler beni hazırladı, yanına getirdi ve seninle göz göze geldik. Ben konuştum, sen dinledin. Sen gözlerinle bana anlattın. Elini tuttum, sevgimi hissettirmeye çalıştım. Anladın beni, biliyorum. “Yolun sonu geldi,” dedin bakışlarınla. “Hayır,” dedim, “buradan çıkacaksın, eve gideceğiz.” Göz kırptın, sırf ben üzülmeyeyim diye kabul ettin sözlerimi. Ama biliyorduk ikimiz de içten içe. Ayrılırken elimi bırakmak istememen de bu yüzdendi. Son olduğunu biliyorduk. Yalnız bırakmak istemedim seni orada. Hemşireler zorlamasa saatlerce kalırdım yanında. Hayatımın en kıymetli anlarından biriydi. Keşke kıvrılıp yatabilseydim yanında. Keşke nefes olabilseydim sana, can olabilseydim. O kabloları, hortumları çekip alsaydım üzerinden. Sarılabilseydik sımsıkı. Ah babacığım…
Yoğun bakımdaki 13. günündü. 16 Mart 2025, Pazar günü, saat 18.48’de çaldı telefonum. O haberin geldiğini ekranda hastanenin ismini gördüğümde zaten anladım. Kumluca Medikum Hastanesi… Hemşire usulca bir girizgâh yaptı. Kendince ya da prosedür gereğince bana senin hastaneye yatış anından itibaren yapılan işlemleri anlatmaya başladı. Yutkunup dinledim sadece. Sonra dedi ki ancak ne yazık ki kalbi durdu. “Kalbi durduktan sonra çalıştı ama yine, değil mi?” diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum. Hemşire, sabırla bana durumun dönülmez bir noktada olduğunu anlatmaya çalıştı. “Başınız sağ olsun” dedi. Tipik bir diyalog bu sanırım. Başınız sağ olsun. Peki. Olsun bakalım.
Sonrası, çok fenaydı babacığım. Önce inkâr, sonra hızlıca idrak ve toparlanıp ailenin diğer üyelerine haber verme ve onları toparlama görevi, sonrası bürokrasi ve defin işlemleri için sırayla işe girişmek gerekti. Kendimi o gün zaruri nedenle toparladıktan sonra bir kez daha dağıtamadım, rol üzerime yapıştı. Evin en küçüğü olup en büyüğü görevi malum, ağır biraz. Ama alıştım artık. Bunu da hallettik, bilmem ki yukarılarda bir yerlerden omuz verdin mi bana? Vermişsindir sen.
Hayat yolculuğun kısaydı ancak defin yolculuğun uzun oldu baba. Ablam seni almaya gitti, ben İstanbul’da seni karşılamak için havaalanına gittim. Antalya’dan İstanbul’a geldin. Amcamı karşıladığım kapıda seni bekledim bu sefer. İkidir kargo ile cenaze alıyorum. Ezbere biliyorum artık. Seni öncelikle yol izni için Anadolu yakası mezarlıklar müdürlüğüne getirdik, orayı da çok iyi biliyorum. Amcamın geçtiği yollardan sen de geçtin. Aynı morgun içinde aynı metal soğuk sedyeye koyduk seni. Kargo ile geldiğin için tabutun çivilerle kapatılmıştı. Görevli, elektrikli tornavida ile söktü tek tek, her çivi sökülüşünde sana dokunmama az kaldı diye sabırsızlıkla bekledim. Senin işlemlerini yapan görevli amcamı hazırlayan kişiydi, beni tanıdı. Amcamın tabutunun çivileri sökülürken sen ayakta durup bekleyememiştin. Seni hemen o köşede duran pembe plastik tabureye oturmuştu, “Amca burada otur sen, hazır olunca ben sana göstereceğim kardeşini” demişti. O tabure hâlâ aynı oradaydı. Görevli, senin öldüğünü anlayınca çok üzüldü. “Ah be” dedi, amca daha geçen burada oturuyordu. Nasıl bir hafızaydı bu, ben bile şaşırdım. Gerçi çok zaman da geçmedi ama yine de insan hayret ediyor.
Orası çok tuhaf bir yer baba. Tuhaf bir his kaplıyor insanın içini. Zaman başka türlü akıyor sanki. Herkes birbirine yardım edip, sabır diliyor. Tabutlar bir bir gelip giderken insanlar birbirlerine el veriyor. Gasilhane önleri çok duygusal. O veda anı bambaşka baba. Çünkü o kefen kapandıktan sonra bir daha o yüzü göremiyor insan. O son bakış, son temas öyle derin bir iz bırakıyor ki geride kalana… Tarifi mümkün değil. Sen de yaşadın biliyorum, önce abini sonra anneni yolcu ettin. Ama çok durmadın baba, sen de gittin onların yanına. Şimdi ben üçünüzün vedasıyla baş başa mücadele ediyorum. Hislerimi paylaşamıyorum kimseyle. En azından sen sağ olsaydın seninle konuşurduk. Belki birlikte hafiflerdik baba.
Neyse, sana komik bir şey anlatayım. Senin evrak işlerin için mezarlıklar müdürlüğünde üst kata çıkmam gerekti. Zaten şefi filan da tanıyorum artık, işler kolay oldu. Gelmişken amcamın mezar yeri tapusunu alıp alamayacağımı sordum. Bir üst kattaki görevliye yönlendirdiler beni, hızlıca yanına gittim. Amcamın adını soyadını verdim ve talebimi söyledim. Amcamın mezar yerinin tapusunu alabilir miyim?” dedim.
Kadın bilgisayardan baktı, sonra kafasını kaldırıp, “Mevtanın bir kardeşi varmış, siz yeğenisiniz, alamazsınız,” dedi.
Ben de biraz şaşırarak cevap verdim: “Evet, kardeşi benim babam olur.”
Kadın hiç istifini bozmadı: “Babanızın gelmesi gerekiyor,” dedi.
Ben de gayet normal bir şekilde, “Babam aşağıda, gelemez” dedim.
Kadın yüzüme baktı: “Neden gelemez, yürüyemiyor mu?” diye sordu.
“Yürüyemiyor evet, çünkü ölü.” dedim.
Baba, o an görevlinin ve odadaki herkesin yüzünü görmeliydin. Donup kaldılar. Ne diyeceklerini bilemediler. Sen olsan kahkahayı basar, tüm o kasvetli ortamı neşeye boğardın. Ben de dedim ki: “Rahat olun arkadaşlar, gülebilirsiniz!”
Tam senlik bir sahneydi. İnanılmazdı. Ve evet, ben yine senin tarzında insanları gülümsetmeyi başardım. :)
Babacığım, sonrasında seni ambulansla İnegöl’e gönderdik, hemen arkandan da biz geldik ancak defin bir sonraki güne kaldı. Aslında iyi de oldu biliyor musun? Çünkü sen kara hasrettin. Gider ayak hem de güneş varken camii de namazının kılınmasını beklerken kar yağmaya başladı. Büyüleyici bir andı, annem bile sana eğilerek, “ne kadar istemişsin kar görmeyi Sinan, bak kar yağıyor” dedi.
Senin öldüğünü öğrenen eczacı kız da koştu geldi, sen ondan hep bahsederdin, çok yardımcı oluyordu sana diye. Başında durdu, dualar etti. Ağladı bile üstelik. Seviliyordun babacığım. İnegöl’de ilk gençliğinin ve dönem dönem orta yaşlılığının da geçtiği sokaklara da böylece veda etmiş oldun canımın içi. Yenice’ye babaannemin yanına yerleştirdik seni. Yenice benim için senin Şakir Dede’nin eşeğinin üzerindeki fotoğrafındır. O güzel, sıcak yaz günüdür. Tatlı anıların olduğu, arada bir bayramlarda gidilen ama gidildiğinde de insanı sarmalayan o köydür. Artık orası köy değil, Şakir dede ve eşeği de yok tabii ki ama sen de benim gibi geçmiş anıları her daim yaşayabilen iflah olmaz romantik bir tip olduğun için umarım hoşnut olmuşsundur yattığın yerden. Hem, dağ havası temizdir. Öyle aşırı kalabalık ta değil, gürültü sevmezsin çünkü. Babaannemi de idare ediver, çünkü daha iyi bir opsiyonumuz yoktu. :)
Baba, bir damla göz yaşı dökemedim tüm bu sahneler yaşanırken. Birincisi ulu orta ağlamayı hiç sevmem. İkincisi de senin benim ağladığımı görmeni asla istemem. Bu iki nedenle biraz fazla tutmuşum kendimi sanırım göz yaşım bile taş olmuş bunca gündür. Akmayan göz yaşları bu yazıyı yazarken biraz süzülmeye başladı. Bu iyiye işaret sanırım. Çünkü biraz rahatlatır diye ümit ediyorum. Ama sen yine de görmezden gel, lütfen.
Seninle konuşuyorum çoğu zaman, sabahları yolda yürürken mırıl mırıl mırıldanıyorum. Gören olsa deli diyecek. Umurumda mı? Değil. Çünkü anlamını bilmediğim duaları peş peşe sıralamaktansa seninle konuşmak çok daha iyi geliyor ruhuma. Duyuyorsun biliyorum. Seni unutmak istemiyorum. Bu yüzden karar verdim, bugün buraya da seninle konuşur gibi yazıyorum. Ve senin her zaman mutlu olmamı istediğini bildiğim için buna uygun olacak şekilde yaşamak ve bu dünyadan ayrılmadan önce yapmayı istediğim şeyleri yaptığımdan emin olmak istiyorum. Doktora başvurusu yaptım mesela… Kabul alır mıyım, bilemiyorum ancak denemekten vazgeçmeyeceğim. Çünkü sen, mezuniyetimde “doktorayı bitirdiğin gün de yanında olurum” umarım demiştin. Ama ben bu hayalimden çoktan vazgeçmişim, farkında değildim. Artık farkındayım. Kendim için hayal kurmaya, sabah kahvemi içmeye, klasik müzik dinlemeye, pazar günlerini aylaklıkla geçirmeye devam edeceğim. Denizleri sevmekten hiç vazgeçmeyeceğim. Dara düştüğümde maviliğe sığınacağım. Mavide şifa bulacağım. Deniz çayırı görünce ciyaklayarak kaçmayıp onların ne kadar şifalı canlılar olduğunu bana anlattığın o günü anımsayıp onlara el sallayacağım. Üstlerinden korkmadan süzülerek geçeceğim.
Gözyaşlarım olacak elbet ama gülmeyi de unutmayacağım. Ve her zaman olduğu gibi, kendimi iyileştirmenin bir yolunu hep bulacağım.
Sesini duyamamak canımı yakıyor ama birlikte biriktirdiğimiz anılar...
Kokunun kaldığı siyah beyaz oduncu gömleğin, birlikte izlediğimiz bir filmden aklımda kalan bir replik, gezdiğimiz sokaklar, ortak zevklerimiz, aynı espriye aynı anda güldüğümüz bir an...
Bunlarla yola devam ediyorum.
Çünkü sen gittin diye her şey bitmedi. Sadece şekil değiştirdi.
Artık başka türlü konuşuyoruz, başka türlü gülüyoruz.
Ama hâlâ birlikte…
Seni çok seven kızın.
20 Mayıs 2025



